GÜREŞİN  TARİHÇESİ

 

 

Literatür Bilgi :

Dünyanın bilinen ilk ve en eski sporu güreştir .

Güreşin başlangıcı çok eski çağlara kadar gider. İnsanların taş ve demir devrinde de güreştiklerine dair belgeler ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Çok eski çağlarda müdafaasız insanın kendisini düşmandan vücudu ile koruduğu, sopa ve taşın, onun başlıca savunma vasıtası olduğu, karşı karşıya gelince bunların da yeterli olmadığı bilinmektedir. Düşmana karşı yapılan vücut müdafaasına hazırlanmak, daha önceden idmanlı bulunmakla mümkün olabilirdi. Büyükler küçükleri yetiştirmekte, onlara tecrübelerinden istifade etmek suretiyle bir takım faydalı bilgiler öğretmektey­diler. Bunlar da pek tabii olarak bir güreş karşılaşması veya idmanı şeklinde kendini göstermekteydi. Güreşin müdafaa vasıtası olmaktan çıkıp spor haline gelişine kadar geçirdiği yıllar tarihin karanlıkları içinde kaybolmaktadır. Bugünkü imkanlara dayana­rak bir tahmin yapmak lazım gelirse, spor olarak kabul edilişi, Milat denilen İsa'nın doğuşundan önce yedi veya sekizinci yüzyıla kadar dayandığı söylenmektedir(44). Güreşi spor haline getirenlerin başında eski Yunanlılar görülmektedir. Bugünkü Greko-Romen'e benzeyen eski Yunan güreşinde "yağlı güreş" de vardı. Yunan top­raklarının, dolayısıyla Ege Bölgesİ'nin bir zeytinyağı memleketi oluşu, yağlanma işini kolaylaştırmakta idi (44).

Güreşin zamanla Yunanlılardan Roma'ya geçtiği görülmüştür. Yunan medeni­yetinden ziyadesiyle faydalanan Romalılar, Yunan güreşini kendilerine uydurmuş­lardır. Greko-Romen branşında ve serbest sitilde yapılan güreşler Roma'da çok tutulmuştur. Bir rivayete göre Romalılarda güreş Etrüskler'den geçmiş, Yunanlılar da Etrüskler'den faydalanmışlardır. Vücut kültürü ile ilgili faaliyetlerin, tarih çağlarına rastlayan ilk izlerini, hemen hemen bütün uygarlıkların beşiği sayılabilecek olan Asya'nın, Orta ve Ön Asya coğrafi bölümlerinde bulmak mümkündür. Ancak, bu uygarlıklarda beden eğitimi ile ilgili faaliyetlerin amacı, günümüzdeki amacından biraz da olsa farklıdır Çünkü o çağlarda medeniyet olarak varolmak ve egemenlik kurmanın, özellikle fiziki olarak güçlü ve cesur olmaya bağlı olduğu düşüncesinden hareketle bütün çalışmalar bu amaca uygun olarak yapılmaktaydı

Etrüskler, Orta Asya'dan kalkarak Avrupa'ya gelip İtalya yarımadasına yerleşmişlerdir. Güreş tuttuklarına göre bunu yüzyıllar önce Orta Asya'dan getirdikleri de pek tabiidir. O tarihlerde, Avrupa'dan daha ileri medeniyete sahip olan Orta Asyalılarda güreşin varlığını düşünmek ne kadar normal bir olaysa; kendilerinin pek yakınlarında yerleşen EtrüsklerMe temas eden Yunanlılardan güreşi öğrendikten sonra Romalılara geçmiş olması mümkün görülmektedir. Güreşin Avrupa'ya yayılışı Roma'dan başlamıştır. Greko-Romen stili böylece bütün dünya tarafından tanınan ve medeniyetle birlikte ilerlemiş modern bir spor olmuştur.

Dünya'da bugün yaklaşık 200 çeşit yerel geleneksel güreş türü vardır (14). Bunların yarışma kuralları birbirlerinden çok farklıdır. Örneğin "Sumo" güreşinde galibiyet rakibin belli bir sahanın dışına itilmesi veya yere yıkılmasıyla sağlanmaktadır. Moğolların geleneksel güreşi "Bokh" da, ispanyolların Kanarya adalarının geleneksel güreşlerinde, rakibin diz veya vücudunun herhangi bir kısmının yere değmesiyle galibiyet sağlanırdı. Bunların yanında yanlız ayakla veya parmakla yapılan veya Brezilya'da saçlardan çekerek yapılan komik güreş türleri de vardır. Ülkemizde yaygın olarak yapılan geleneksel güreş türleri Karakucak ve Yağlı Güreştir. Sadece Güneydoğu Anadolu Bölgemize özgü, Judo'ya benzer "Aba Güreşi" de, Türklerin geleneksel güreş türlerindendir (14).

İlk çağlarda güreş, elbette bir tür boğuşmadır. Orta Asya devirlerinde Türkler arasında yapılan güreş müsabakalarında güreşin sporculardan birinin ölümü halinde sona erdiği bilinmektedir. Manas Destanı'nda kaydedilen güreşler bu gerçeği aydınlığa kavuşturmaktadır.

İranlı şair Firdevsi, "Şehnamesi"nde iki ordunun savaşmadan önce en kuvvetli ve en yürekli pehlivanlarını meydana sürdüklerini belirtmektedir (45). Bu pehlivanlar­dan birinin yenilgisi, temsil ettiği ordunun toptan yenilgisi sayılmaktaydı.

Mısırdaki "Beni Hassan" kalıntılarında, günümüzden beş bin yıl önce işlenen güreş oyunları motifleri bulunmuştur (9,45). Açık olarak söylemek gerekirse; ilk çağ­lardan itibaren güreş, yeryüzündeki hemen her insanın güç denemek için yaptığı uğ­raşlar arasında yer almıştır. Bir insanı saçından tırnağına kadar titreten, fizik ve karak­ter oluşmasında en etkili spor olarak kabul edilen güreş, Sokrat'ın da öğrencilerine tavsiye ettiği sporlar arasındadır. Sokrat "Devlet" adlı eserinde "çocuklarınıza müzik eşliğinde cimnastik ve güreş yaptırın" demiştir.

Bilindiği gibi Yahudiler, "Beni İsrailoğullan" diye de anılmaktadır. Beni İsra-iloğulları'nın anlamı "güreşte galip gelenlerin oğulları" şeklindedir. Tevrat'ın 32. babın­da, "Yaradan'Ia Hz. Yakup'un güreşi kaydedilmekte ve Hz. Yakup'un galip geldiği" öne sürülmektedir (45).

İslam Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.) Dünyada at nesline en büyük hizmeti yapan olarak bilinmektedir. Hz. Peygamber at neslinin geliştirilmesini emre­derken, güreş sporuna da en önemli değeri vermiştir. Hazreîi Hamza "Pehlivanların piri", Hazreti Ali ise pehlivanlığından ötürü "Allah'ın Arslanı" lakaplarını almışlardır (45). Rus şairi Puşkin, "Rusland ile Ludmilla" adlı destanında geniş şekilde güreşten sözetmektedir. Romalı Virgil'den İngiliz Şekspir'e varıncaya kadar, güreşin insanlarla içice olduğu bilinmektedir.

Türkiye'de güreş ve güleş söylenişinin yanında, Senirkent'Iilerin "Havız", Türkmen köylerinin "Gencer" deyişleri de güreşi anlatmaktadır

Poiakça "Zapaş", isveççe "Brotning", İngilizce "VVrestling", Almanca "Ringen", Farisi "Koşti", Bulgarca "Barba", Macarca "Bİrkuzu", Fransızca "Lutte", Rumence "Lupte", İtalyanca "Lutte" ve Arapça "Musara", Türkçe'deki "Güreş"İn karşılığıdır (45).

2.2. Güreş Konusunda Genel Bilgiler

Batı Türkleri tarafından güreş ve güieş şeklinde söylenen güreş sözcüğü, "Divan-ü Lügat'it Türk" te küreş şeklinde kullanılmıştır (54).

Kür-er: Yiğit, sarsılmaz, pek yürekli, kabadayı adam demektir (54).

Kür-eş-mek: Başka birisiyle yarışmak anlamına gelir. Güreş yapana da güreşçi denir (63).

Diğer Türk ağızlarında güreş sözcüğü şu şekilde söylenmektedir.

Moğol: Güra

Çağatay: Küreşmek, küleşmek Kazan: Kirle, küreş, küreşü, küreşmek Çuvaş: Küreş, güreş

Yakut: Küreş, "Küres tardısa keldim. -Güreşmek için geldim.", "Kürestesen kör -Boy ölçüşmeyi gör" (51).

Atik (9), "Bir yandan psikolojik, fizik ve teknik unsurların ferdi çerçeve içinde ahenkli bir denge gösterebilmesindeki zorluk, diğer taraftan ister tüm sahada yapılsın, ister ferdi olsun, başka sporlara kıyasla toplam adale gücünün en fazla güreş sporunda zirveye ulaşması ve insan sağlığına büyük yararlar sağlayışı, batılı ilim adamlarınca güreşin baş spor olarak kabul edilmesinin nedenleri olarak gösterilmek­tedir" demiştir.

2.3. Türk Güreş Tarihi

Türkler, Büyük Göç'ten önce "Totemizm" akidesinin verdiği hür ve serbest terbiyenin, tabiat güçlerine tapınmanın etkisinde kalarak doğaya, kuvvete tutkun karakteristik özellikleriyle, pehlivanlığı asırlar boyunca baştacı yapmışlardır. İslamiyet-ten önce de her Türk'ün güreş yaptığı bilinmektedir. Ölen yiğitler silahlarıyla gömü­lerek mezarları çevresinde dokuz gün dokuz gece süren güreşler düzenlendiği rivayet edilmektedir. Yiğitlerin ölüm yıldönümlerinde de yine üç gün üç gecelik güreş müsaba­kaları düzenlendiği anlatılmaktadır (44). Yaşantısı sürekli olarak tabiat ile savaşmakla geçen Türk Ulusu'nun Muaftan (3000) yıl evvel güreş yaptığı söylenmektedir (52,53).

Sinoloji profesörü D.W. Eberhad (29), Çin kaynaklarının (Han) zamanından (M.Ö. 2. yüzyıl) güreşle ilgili bilgiler verdiğini ve bu kaynaklarda güreşin "toslama" işaretiyle gösterildiğini, Türkistan'ın (Yen-Çi) ülkesinde yeni yılın ilk günü zırhlanmış yiğitlerin savaştılarını, yine Türkistan'ın (Kuça) şehrinde yeni yılın başladığı gün öküz, at ve deve güreşleri yapıldığını bildirmektedir. Dinsel olan Miladi ve Hicri yıl başlan yanında bilimsel bakımdan da önem taşıyan eski Türkler'in yılbaşısı olan (9 Mart-M. 22 Mart) günü tabiatın yeniden canlanışı ile birlikte Türk Ulusu'nun da sevindiği ve bu sevincini o gün kırlarda bütün milletçe bayram yaparak kutladığı bildirilmektedir. Acemlerin "Nevruz-Yenigün" dedikleri bu günde kırlarda yemekler yenmekte, spor yarışmaları yapılmaktadır. Bu gelenek, Anadolu'da ve Türkler'in yaşadığı diğer bütün yerlerde hala sürdürülmektedir (50). Eski Türkler'in, yalnız yılbaşı bayramlarında güreşmedikleri, evlenme toylarında, zafer şölenlerinde de güreştikleri rivayet edilmek­tedir (50). Ayrıca hakanların da yanlarında bulundurdukları (Kırk yiğidi) birbiriyle veya başka ulusların güreşçileriyle karşılaştırdıkları bilinmektedir.

Türkler güreşe özel önem vermiş, bütün sporlardan üstün tutmuşlardır. Binicilik ve atıcılığın yanında "Pujila" da (Yakut Türkleri'nin buluşu bir tür boks) ve atlı cirit oyunlarında son derece usta olan Türkler, güreşi de bütün sporların temeli, terbiye verici, adeta bir ibadet şeklinde kabul etmişlerdir (44). Orta Asya'daki Türklerde gü­reş, binicilik ve okçuluk sporlarıyla birlikte yapılmaktadır. Eski Türklerin kendi arala­rında harp etmek istemedikleri, aralarında çıkan anlaşmazlıkları, karşılıklı çıkardıkları iki pehlivanın kıyasıya güreşinin sonucuna bağladıkları, yenen pehlivanın tarafı galip, yenilen pehlivanın tarafının da mağlup sayıldığı ifade edilmektedir (44). Eski Türklerin bir kolu olan ve Oğuz Türklerinden olan Osmanlı Türkleri, Anadolu Selçuklu Türkle­ri'nin devamı olan devletlerini kurdukları zaman, Doğu Roma imparatorluğunun gü­reşçilerini ve onların güreş sitillerini görmüşierse de, bu güreş tarzı ile ilgilenme­mişlerdir.   Rumeli  denilen Avrupa'ya  geçen  Osmanlı  Türkleri,   burada  gördükleri yağlanarak yapılan güreşle ilgilenmişler ve bu güreşi kendilerine has bir tarzda yapmaya başlamışlardır. Alman sınırından İtalya yarımadasına, Budin (Budapeşte) vilayetinden Basra körfezine, İspanya sahillerinden Fas, Cezayir, Tunus, Bingazi, Trablusgarp, Mısır, Arabistan, Kafkasya, Kırım, Eflak ve Boğdan (Romanya)'ı çevre­leyen ve İstanbul'u başşehir yapan, büyük imparatorlukta; güreş, başlıca spor olmuş­tur (44). Osmanlı Türkleri'nde güreşin tekkeler (bugünkü kulüpler) ile yönetildiği, başkanlarına (Şeyh), sporculara (Mürit) denildiği bilinmektedir. Güreş tekkelerinin merkezi ve en büyüğü İstanbul'da Zeyrek'te idi (44,45). Ayrıca Mekke, Cidde, İsken­deriye, Lazkiye, Şam, Maraş, Amasya, Tokat, Ankara, Kütahya, Tire, Bergama, Mani­sa, Akhisar, Yenice, Üsküp, Gelibolu, İpsala, Usturumca, Avlonya, Diyarbakır, Konya, Bursa,   Balıkesir,   Urfa,   Halep  Belgrat,   Bağdat,   Edirne'de  de  güreş  tekkelerinin bulunduğu bilinmektedir. Bu tekkelerde çalışmalar akıl durduracak kadar başarılı olmuş, bugün dahi eşine rastlanmayacak kadar teknik bilgiler öğretilmiştir. Bu teşkilat, Türk pehlivanlığının yıllarca üstün kıvamda kalmasına, bütün Dünyaya ün salmasına yardım etmiştir. Bugünün en yüksek medeniyetini taşıyan uluslar bile bu teşkilata, bu disipline ve bu tekniğe sahip değillerdir. Bu tekkelerde sporcuların ve başkanlarının aylık ve yemek vakfiyelerinden başka, birer ikişer imareti vardı ki; bu imaretlerde isteyen halkın, gelen seyircilerin, geçen seyyahların (turistlerin) parasız, istedikleri gibi yeyip içtikleri anlatılmaktadır (44). Bütün bu vakfiyeler; zamanın beylerbeyleri, paşa­ları, vezirleri, ayanı ve hakanları tarafından yüzbinlerce altın hibe edilerek ortaya çıka­rılmıştır. Menziller, türlerine göre isimlendirilmişlerdir. Sözgelimi "Pehlivan Tekkesi"

(Güreş Kulübü), Okçular Tekkesi (Okçular Kulübü), Gürzcüler Tekkesi (Kale kapılarını ağır gürzler kaldırarak kıranlar) gibi.

Türk güreş tarihi ile ilgili bir açıklama yapmak gerekirse, bunu üç kısımda ele almada yarar vardır: I. Devir: 18. yüzyılın başına kadar gelen ve daha çok eski tarih kitaplarında kısaca bahsi geçen devre, II. 18. yüzyılın başından Koca Yusuf'a kadar (1830-1890) geçen ve daha çok söylentiler halinde bilinen devre. III. Devir; Koca Yusuf'tan bu yana belgelere dayanılarak bilinen devredir (11,60).

Türk güreşi genel olarak iki türlüdür. Birine "Karakucak" denir. Anadolu'da bu tür karşılaşmalar "Harman Güreşi" şeklinde de bilinmektedir. İsviçre'nin dağ köyle­rinde, Kuzey Amerika'nın bazı bölgelerinde "Karakucak" tabir ettiğimiz türde güreşler yapılmaktadır. İsviçre'nin dağ köylerine bu güreşi Atilla ve Cengiz'in ordusundan ayrılan askerlerin taşıdığı sanılmaktadır. Bunlara ek olarak Fransa'da Brötonlar da serbest güreşleri bilmekte ve yapmaktadırlar. Avar Türkleri'nin yüksek dağlarda kalan kolları Avrupa'ya bu tür güreşi yaymıştır (45). Karakucak, başka bir deyişle "Serbest Güreş" Mançu'dan, Yakut Türkleri'nden, Moğolistan'dan, Doğu ve Batı Türkistan'dan, Kırım ve Kazak Türkleri'ne varıncaya kadar bilinen bir spordur.

2.4. Yağlı Güreş ve Kırkpmar

Türklerin çok sevilen "Yağlı Güreş" karşılaşmaları vardır. Bu tür güreşin temeli, dengedir. Pehlivanlar, İslami kurallara göre vücutlarını örten (göbeğin altından diz ka­pağının altına kadar) deriden yapılma "Kısbet" giyer, yağlanır, yenişinceye kadar güreşirler. Son yıllarda yağlı güreşe de bazı kurallar getirilmiş, zaman tahdidi konmuş ve puanlama girmiştir. Yağlı güreş kapışmaları sırasında davul-zuma savaş havaları çalmaktadır. Yağlıdaki mücadele müzikaldir. Hatay ve Kahramanmaraş çevrelerinde yapılan ve Judo'ya çok benzeyen "Aba güreşi" de Türklerin ayrıca kendilerine has güreş kapışmalarından biridir (45).

Türkiye'de çok yaygın olan ve sevilen Yağlı Güreşin, Rumeli denilen Trakya ve Balkanlardan yayıldığı bilinmektedir. Yunanlılar tarafından eski Olimpiyat Oyunlarında güreşçilerin zeytin yağıyla yağlanarak yaptıkları güreşin, buradaki Türkler tarafından benimsenerek yayıldığı da bilinmektedir. Yağlı güreş daha çok muvazene güreşidir. Arapların da bu güreşi yaptıkları söylenmekte ise de, bu hususta tarihi bir ize rastlan­mamıştır (44). Yağlı güreşçilerin, pirlerini Hazreti Hamza olarak kabul etmelerinden

başka Araplıkla bir ilgisi bulunmamaktadır. Rumeli Türkleri, eski Yunanlılara ait olan yağlı güreşi tamamiyle değiştirerek Türkleştirmişler ve Yunan ilahları için tertiplenen Olimpiyat Oyunlarının bu spor dalını, kendilerine has bir şekilde Müslümanlaştırmış-lardır. Yağlı Güreşte tören çok önemlidir. Güreşe başlamadan önce pehlivanlar soyunup deri kısbetlerini giydikten sonra yağ kazanının başına gelmekte ve Kıble'ye dönerek üç ihlas bir fatiha okuyup pirleri Hazreti Hamza'ya dua ettikten sonra cazgır tarafından seyircilere tanıtılmaktadır (44).

Kırkpınar güreşleri, Türk'lerin Rumeli'ye ayak basmalarıyla başlamıştır. Orhan Gazi'nin büyük oğlu Süleyman Paşa (1316-1359) Rumeli Fatihi olarak anılan Osmanlı Başkomutanı idi ve Rumeli yakasına ilk ayak basan ve oralarda elde ettiği fetihlerle şanlanan bir askerdi ki; Kırkpınahn destanlara karışmış tarihinde Süleyman Paşa'an sözetmemek imkansızdır. Rumeli'de ilk defa Süleyman Paşa'nın komutasındaki Türk askerleri güreşmişlerdir.

Kırkpınar Güreşleri'nde Edirne'nin fethi olan 1362 yılı esas alınmaktadır. 1349'larda Sırpların işgaline son vermek üzere Selanik'e doğru yol alan Türk askerleri, bir Hıdrellez günü Edime yakınlarındaki Ahir Köy'de konaklamışlardır. Pehlivanlık, Türklerde hem bir gelenek, hem de savaş hazırlıkları olduğundan, kırk yiğit, 1349 yılının Hıdrellezi'nde güreşe başlamışlardı. Güneş batarken kapışmalara son verilince, bu kırk yiğit de bulundukları yere düşerek son nefeslerini vermişlerdir. Şehit oldukları yere gömülmüşlerdir. Ertesi gün bir de bakmışlar ki, her yiğidin can verdiği yerde bir pınar fışkırmıştır. Bunun üzerine oraya (Kırkpınar) adı verilmiş ve her yıl Hıdrellez'de burada toplanarak güreşmek adeti yerleşmiştir. Kırkpınar'da yapılan güreşlerin ulviliği, burada son nefeslerini verinceye kadar güreşenlerin şehit düşerek unutulmazlar arasında yer almaları, dolayısıyla "Kırklar Pınarı" veya o yörede çok sayıda suyun akmakta olduğunu vurgulamak için aynı zamanda "Çeşme" anlamına gelen "Pınar" kelimesinin kullanılarak "Kırkpınar" olarak adlandırılmış olduğu söylen­mektedir. Her ne olursa olsun, Süleyman Paşa'nın komutasında Rumeli'ye ayak basan ilk Türkler arasında yer alan yiğitlerin, hiç bir şekilde anlaşmalı güreşe yanaş­madan, ölünceye kadar güçlerini denemeleri, birbirlerine denk bu yiğitlerin emsalsiz bir mücadeleden sonra son nefeslerini vermeleri, onları tarihe maletmiştir(46).

Balkan Harbi'nden sonra Kırkpınar Osmanlı İmparatorluğu hudutları dışında kalması üzerine,  bu güreşlere Edirne'nin SARAYİÇİ mevkiinde devam edilmiştir.

Doksanüç Muharebesi adıyla anılan  1877 Rus harbinden sonra Ege Bölgesi'ne muhacir olarak gelen Rumeü Türkleri, yağlı güreşi Anadolu'ya getirmişlerdir (44).

Edirne'nin Osmanlı Türkleri tarafından 1362 yılında fethinden günümüze kadar 632 kez yapıldığı söylenen KİRKPINAR GÜREŞLERİ'nde, başpehlivanlık kazanan­ların tamamının isimleri, yapılan bütün araştırmalara rağmen tesbit edilememiştir. Ancak II. Mahmut devrinden Balkan Harbine (1912) kadar isim yapan Başpehlivan olarak tesbit edilebilenler; II Mahmut devrinde Yozgatlı Kel Hasan ve Sultan Abdülaziz döneminde Kavasoğlu İbrahim (ki 1867 yılında Sultan Abdülaziz'le birlikte Avrupa'ya gitmiştir). Akkoyunlu Kazıkçı Karabekir, Şamdancıbaşı Kara İbrahim (Kara İbo namı ile tanınmaktadır.) Sultan İl Abdülhamit devrinde Kel Aliço (27 sene üst üste Kırkpınar Başpehlivanı olarak kırılması güç bir rekorun sahibi olmuştur) (44). Kara Süleyman (Sülo), Yörük Ali, Büyük Yaşar, Makarnacı Hüseyin, Koca Yusuf (Avrupa ve Amerika'da güreşler yapmıştır), Hergeleci İbrahim ile Adalı Halil ve Kurtdereli Mehmet pehlivanlar ki; bunlar da Avrupa'da güreşerek milletimizi alınlarının akıyla temsil etmişlerdir. Kara Mehmet, Çolak Molla Mümin, Kara Murat, Koca Rüstem, Geçkinli Yusuf, Kırkpınar'da Başpehlivan olmuşlardır.

Sn Osman Gürsesoğlu'nun araştırma notları,

 

 

                        l- GÜREŞİN TARİHÇESİ

            İnsanlar arasında silâhsız olarak en basit ve doğal bir mücadele şekli olan güreş; insanlık tarihi kadar eski ve uzun yıllara giden bir geçmişe sahiptir, insanların doğasında var olan hayata dört elle sarılma ve büyük bir yaşama arzusu, onları bir birine karşı saldırgan yapmış ve mücadeleye zorlamıştır. Bu karakteriyle güreşe; tarihte yer almış tüm göçebe halklarda olduğu gibi eski Türklerde de rastlanmaktadır. Güreşte; cesaret, güç, mertlik, dürüstlük, çeviklik ve beceri gibi özelliklerin bulunması ve Türk karakterine çok uygun bir spor dalı olması nedeniyle; atalarımızdan günümüze kadar tüm Türk toplumlarında sevilmiş ve önemsenmiştir. Bu nedenle gençlerimizin var olan güç ve cesaretlerini sergilemek ve daha da arttırmak amacıyla yaptıkları çalışmalara bağlı olarak, güçlü, sağlıklı, dinamik ve atılgan bir gençlik yaratılmıştır. İyi bir nesil yetişmesinin yanında, yine güreşin katkılarıyla bir Türk ordusundaki askerlerin Avrupa ve dünya ülkeleri arasında, sağlam, cesur, kuvvetli ve vatanına bağlı birer er olarak yetişmesinde ata sporumuzun katkısı büyük olmuştur.

            İnsanların henüz daha yerleşik düzene geçmedikleri ilkel yaşantılarında varlıklarını sürdürebilmek için yiyecek temin etmek ve kendilerini korumak amacıyla vahşi hayvan ve düşmanları ile yaptıkları mücadele ve boğuşmalardaki hareketler güreşe konu olmuştur. Zamanla insanların yerleşik düzene geçmeleri ve yiyeceklerini biriktirip, boş zaman yaratmalarıyla, ilkel ve doğal tutuşlar, vuruşlar, savunma ve boğuşma gibi b.asit hareketler geliştirilmiş ve seyirci önünde yapılan bir gösteri biçimine dönüşmüştür. Toplu olarak yapılan av partilerinin öncesinde idman olarak yapılmaya başlanmıştır.

            Kölelik döneminde ise; zengin ve nüfuslu kişiler iri yapılı köleleri bir süre eğiterek, eğlence amacıyla güreş ve bokstan oluşan pankreas denilen çeşitli gösteriler düzenlemişlerdir.

            M.Ö 3-1. yüzyıllarda orta Nil  kıyılarındaki Ben-i Hasan harabelerindeki mezarların üzerindeki kabartmalarda, Mısır askerleri arasında güreşin yaygın olduğu ve askerlik eğitimlerinde cirit attıkları ağırlık kaldırıp, güreş yaptıkları görülmektedir.
Eski Mısır askerleri güreş hareketlerini ayakta ve yerde olarak çeşitli pozisyonlarda uygulamaktaydılar. Tutuşlar serbest olduğu için,
güreş karşılaşmalarında bazılarında ölümcül sonuçlara tanık olunabili-yordu. Çünkü, uygulanan hareketlerde amaç hiç bir kurala uymaksızın rakibin süitim yere getirmek, ya da pes ettirmekti.

            Yine kölelik dönemlerinde eğlence amacıyla yapılan güreşe ilginin artması ile askerde piyade birliklerinin kurulduğuna, küçük Asya ve Kafkas topraklarında rastlandığı Hindistan, Çin, eski Yunan ve Roma kültüründe görülmektedir.

            Genellikle bu konuda eski Yunan topraklarında yapılan birçok kazılarda ve eski Yunan Edebiyatında tatminkâr kaynaklar bulunmuştur. Eski Yunanistan'ın en eski ve hatta Girit Miken devrinde güreş müsabakaları yapıldığı kanıtlanmaktadır. Olimpiyatların ana ülkesi olduğu bilinen Eski Yunanistan'da olimpiyatlarda güreşin temel sporlar arasında bulunması da rastlantı değildir. Nitekim 33 Olimpiyatların (Milattan 644 yıl önce) programında boksla kombinasyon haline getirilen ve pankreas (yumruk doğuşu) diye bilinen güreşe yer verilmiştir. Eski Yunan devletinin gelişme çağında güreşteki değişiklikler kayda değerdir. İlk yıllarda güreşenler, rakibin tüm vücudundan (el-ayak dahil) tutarak kuvvete dönük boğuşuyorlardı. Daha sonraları yapılan değişiklikler bugünkü folklor güreşleri ve çağın modern güreş hallerini almıştır.

            Kölelik devrinin düşme çağlarında Spartak zamanında gladyatörlerin (satın alınan kölelerin asker olarak) yetiştirilmelerinde temel ve özel kuvvet çalışmalarında güreş sporuna büyük önem verilmiştir. Güreşin, Ortaçağ devrinde kitleler arasında hoş karşılanmasından yararlanan menejerler ve cambazlar arenalarında güreş gösterileri tertipleyerek, yaygınlaştırma yoluna girmişlerdir. Bu gösterilere işitrak eden müsabıklar zamanla hazırlık yapma ihtiyacı duymuşlardır. Galibiyete ulaşabilmek için kuvvet ve özel teknikler üzerinde gerekli çalışmaları yapabilmek için tecrübeli kişilerin açtıkları okullarda eğitime yönelmişlerdir. Bu özel çalışmalarda ön planda maddi olanakların geliştirilmesi amacıyla profesyonelliğe ilk adımın atılmasına bir olanak sağlamıştır.

           Profesyonel güreşte, Yunanlıların Romalılar tarafından istilâsından sonra hızlı bir yükseliş göze çarpmaktadır. Bu zamanda güreş kitlelerin en sevip saydığı geleneklerden biri olmuştur. Daha büyük bir sükse ile seyirci kazanabilmek için yumruk doğuşu ve ateşsiz silâhlar kullanarak gladyatörlüğe dönük çalışmalara ilgi daha da artmıştır.

            Hristiyanlığm doğuşu ile gladyatörler güreşi yasaklanmış ve daha sonra da (394 yılında) İmparator Teodosiy Olimpiyat oyunlarını da yasaklamıştır, XVIII. asrın sonunda ve XIX. asrın başında ise Greko-Romen güreşine gittikçe ilginin arttığı görülmektedir. Türk güreşçilerini kiralayarak Fransa, Amerika ye ingiltere'de büyük gösteriler tertiplenmiştir. Birçok oyunlar sergilenmiş ve güreşi spor olarak kötü amaçlarda kullanan birçok yabancı menejerler Türk güreşçilerini perde olarak kullanma girişimlerinde bulunmuşlardır. Asırlardır önemini kaybetmeden Türkler ve daha birçok millet tarafından yapılan güreş, Türklerin îslâmiyeti kabulünden sonra milli spor olarak önemini devam ettirmiştir. Halife Hz. Ali'nin cenklerini anlatan menkıbelerde savaşlar sırasında yapılan güreşlerden söz edilmektedir. Hz. Hamza ise günümüzde yapılmakta olan karakucak ve yağlı güreşlerin dualarında pehlivanların piri olarak anılmaktadır. Bugün yağlı güreşlerimizin giydikleri kispeti, İskit Türklerine ait bir kemikten avadanlık üzerine işlenen güreşçi figüründe görmek mümkündür.
Osmanlı imparatorluğunun bütün sınırlan içerisinde güreş, sevilen ve itibarlı bir spor olarak kabul edilmiştir.
Osmanlı padişahlarından Fatih Sultan Mehmet'in istanbul'da ve Edirne'de güreş tekkeleri yaptırdığı ve bu tekkelerde 300'den fazla güreşçiye idman yaptırıldığı bilinmektedir. Bu devirde bir çok padişah ve beylerin güreş yapmaları ve güreşçilerin yüksek mevkilerde görev aldıkları görülmüştür. .
Bilhassa Sultan Abdülaziz'in ve IV. Murat'm saltanat devrinde Kırkpmar güreşlerinde basan gösteren pehlivanlar saraya alınıp, güreş çalışmalarını sürdürmüşlerdir(*)
Günümüzde ise güreş; bütün vücut bölümlerinin ortak çalışmalarını gerektiren, ayrıca cesaret, rekleks, beceri, dayanıklılık ve kuvvet isteyen bir spor dalı olması nedeniyle, hazırlıklarını erken yaşlarda başlanılmayı gerektiren bir yakın mücadele sporu olarak önem kazanmaktadır.


Türk Güreşi

                 Türklerin güreşle ilgisine gelince; tüm insanlıkta olduğu gibi atalarımızda da bu sporun ilk şeklinin kuvvet denemesi şeklinde yapıldığı söylenebilir. Türk güreş tarihi ile ilgili bir açıklama yapmak gerekirse, bunu üç kısimda ele almada yarar vardır.

I. Devir : XIX. yüzyılın başına kadar gelen ve daha çok eski tarih kitaplarında kısaca bahsi geçen devre,

II. XIX. yüzyılın başında Koca Yusuf'a kadar (1830-1890) geçen ve daha çok söylentiler halinde bilmen devre,

III. Devre Koca Yusuf tan bu yana belgelere dayanılarak bilinen devredir. (*)

               Güreş tekkeleri, yağlı güreşin kuralları teknik oyunların isimleri hakkında geniş bilgi almak için Evliya Çelebi'nin "Seyahatnamesi" eşsiz bir kaynaktır. Çelebi'ye göre yağlı güreşin önceleri yağlı mermer üzerinde fakat daha sonra çayır üzerinde yapılmaya başlandığı bilinmektedir.
               Yağlı güreş ananesi bizi tabii olarak Kırkpmar hikâyesine götürmektedir. Osmanlılardan ilk kez Rumeli kıyısına çıkan Orhan Gazinin oğlu Süleyman Paşa'nın yanında bulunan ve hepsi de bu bölgenin fethinde şehit olan Kırk yiğidin adından Kırk pınara gelindiği ileri sürülmektedir. Rivayete göre Süleyman Paşa'nın öncüleri olan Kırk yiğit Rumeli içindeki ilerlemelerinin her molasında silahlanm bir kenara bırakıyor, kısbetlerini giyiyor ve güreş tutuyorlardı. Bunlardan Anadolu yakasındayken güreşini tamamlayamamış iki kişi bir gün Edirne civarında bir çayırda tekrar tutuşurlar. Ancak bütün gün güreştikleri halde bir türlü yenişemezler. Ay ışığında da gece yansına kadar güreşen pehlivanlar sonunda son nefeslerini verirler ve bir incir ağacının altına gömülürler. Bir süre sonra o bölgeye dönen ve arkadaşlannın mezarına' bir taş dikmek isteyen diğer kahramanlar incir ağacının altında billur gibi suların kaynadığını ve kırk tane pınarın aktığım görürler.(**)
Dünya çapında bazı ülkelerin tarihi ve geçmişte yaptıkları hizmetler, oldukça kısıtlı olsa da bazı arkeoloik kazılar ve belgelerle günümüze kadar ulaşmıştır.
               Bu konuda ülkemizde çok sayıda kaynağa rastlan-masına karşın yapılan incelemeler dar bir çevre içerisinde kaybolup, kalitesini yitirmektedir. Ne yazık ki, ülkemize güreşi incelemeye gelen birçok yabancı uzman, tekniklerimizi rehber edinerek ve gerekli değişikliği yaparak modern güreş halinde çeşitli çalışma yöntemleriyle güçlü takımlar oluşturup, galibiyetten galibiyete koşmaktadırlar. Güreşçilerimizin spesifik tekniklerini filme alarak gizli silâhlı taktikle çıkarak başarı olma hedefini seçtiler ve bunda da başarılı oldular. Güreşte dünyaca ün yapan Yaşar Doğu, Mustafa Dağıstanlı, Hüseyin Akbaş, Hamit Kaplan, İsmet Atlı, Ahmet Aylık .. vb güreşçimizin temel teknikleri diğer ülke otoritelerince kök söktüren teknikler olarak sözlüklerine girmiş bulunmaktadır. Birçok çalışmalar yapıldı, yeni yeni varyasyonlar, taktikte kombinasyonlar hazırlandı. Teknik-taktik çalışmalarda yeni yeni formlar seçildi. Çalışma formasyonuna, bilimselliğe yön verilerek birçok yeniliklere değinildi. Gayretli çalışmalar neticesinde olumlu sonuçlar elde edildi. Zamanın askeri stratejisine göre ordumuzda kullanılan ateşsiz silâhlardan süngü, mızrak, ok, yay vs. kullanılarak ikisinin genelde bedeni düzgün, kuvvetli ve sağlıklı bir er olması gerekliydi. Birçok bulgu ve araştırmalara göre erlerimizin güçlü, kuvvetli yetişmelerinde güreş sporunun katkısının büyük olduğu Ulusumuzca malûmdur. Bedensel gücün geliştirilmesinde güreş, çeşitli amaçla kuvvet ve beceri kazanma unsuru olarak yapıldığı gibi halkımızın da üstün bir zevki haline gelmiş, saraylarda bile güreşler düzenlenmiştir. Köy ve kasabalarımızın günlük yaşantılarında en ufak bir bayram şenliğinde güreşler yapılmadan geçmesi pek nadirdir. Başanlı olan güreşçilerimizin birer milli kahraman olarak sevilip sayılmış, yetişen her yetenekli ve ümit veren gence her çeşit maddi ve manevi yardımlarını da esirgememişlerdir.

              Güreş yalnız kaba kuvvet sporu olarak kalmamış, değişen koşullara özel teknik ve taktikler uygulanmıştır. Yıllarca dış ülkelerde yurdumuzu temsil eden güreşçilerimiz özel ekol kazandırmaya muvaffak olmuşlardır.
Amerikan sözlüğüne giren "Türk gibi güçlü" sözünün milletimize ve güreş sporuna otorite kazandırmalarında katkısı az değildir. Yıllardan beri ülkemizde uygulanan ve kısa sürede diğer Balkan ülkelerine sıçrayan karakucak ve yağlı güreşlerinde temel teknik olarak kullanılan tek ve çift dalmalar, sarmalar, sarma kleler, kündeler ters paçalar, elense çekmeler güreşte Türk ekolünü oluşturmaktadır.

             Ülkemizde de zamanında güreşe büyük önem verildiği inkâr edilemez. 1923 yılında Türkiye Güreş Federasyonunun kurulmasıyla ülkemizde modern güreş kurallarını ve greko-romen tekniklerin öğretimi için Macar Peter getirilmiştir. Güreşçilerimiz ilk olarak 1924 Olimpiyatlarına (Paris) katılmışlardır. 1936 yılında yapılan Berlin Olimpiyatlarında 61 kilo güreşçimiz Yaşar Erkan, greko-romen stilde Olimpiyat şampiyonu olmuştur. Türkiye güreşte gücünü 1948 Olimpiyatlarında bütün dünyaya göstermiştir. Serbestte 4, greko-romende ise 2 altın madalya alınmış ve takım sıralamasında İsveç'ten sonra 26,33 puanla ülkemiz ikinci sırayı almıştır. Güreşteki başarımız 1960 Roma Olimpiyatlarında da devam etmiştir. Serbestte 4, greko-romende 3 madalya ile Sovyetlerden sonra 31 puanla ikinci olunmuştur. Bu dönemden sonra diğer ülkeler güreş konusunda birçok çalışmalarla yeni yöntemler teknik-taktik üzerinde evalüsyonlar yaptılar. Ülkemizde ise modern güreşte 1972 yılından bu yana bir düşüş görülmektedir. Genellikle önceki çalışmalar seviyesinde daha yoğun çalışmalara geçilse bile, FİLA tarafından uygulanan yeni yeni kurallar üzerindeki değişikliklere sadece hakem açısından bakılmış, sporcular ise yeni kurallara adapte olmakta güçlük çekmişlerdir. Güreşte tabana dönük uzun vadeli çalışmalar için yatırımlar yapılmayınca pek tabii ki, elde edilen basanlar da periyodik ve sürekli olmamaktadır. Bir veya iki müsabakayı geçmeyen yetersiz sayıda olumlu sonuç alınmaktadır. Bu yüzden ata sporumuzun kalkınabilmesi için önemli sorunlardan sayılan tabana dönük ve-uzun vadeli yatırımlar yetenekli uzmanlar tarafından geniş ölçüde ağırlık verilerek bilimselliğe yönelik çalışmaların gereksinimi duyulmaktadır.
Her yıl il, ilçe ve köylerimizde organize edilen ve minder güreşine kaynak oluşturan yüzlerce yağlı ve karakucak güreşlerine genç güreşçi katılmaktadır.
            Her ne kadar bir sporcunun güreşe erken yaşta başlaması gerekiyor ve gelişim süreci içerisinde temel motorsal özelliklerin güreşin gerektirdiği şartlara uygun bir biçimde geliştirilmesi isteniyor ise de, teknik eleman ve malzeme yetersizliği nedeniyle günümüz koşullarında geniş sporcu kitlesine hizmet etmek oldukça sınırlı kalmıştır.

            Bunun telâfisi için, geleneksel olarak ya da bazı durumlarda her yıl ve birçok yörede sık sık yapılmakta olan karakucak güreşlerinin, minder güreşlerine yakın kaynak oluşturacağı inancındayım.


Kaynak :   Dr  Musammet Başaran

Serbest ve Grekoromen Güreş isimli kitabından
 

 

GÜREŞ

 

Yrd Doç Dr Mehmet TÜRKMEN

                                                                                            

Türk spor tarihinde engin, Türk spor geleneğinde zengin bir yere sahip olan güreş sporu, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. Bütün sporların prototiplerinde olduğu gibi, güreşte eski devirlerde savaşa hazırlık amacıyla yapılmaktaydı. Eski Türklerde de bu amaç var olmakla birlikte özel ve genel toylarda (şenlikler/ merasimler), yuğ (yas) merasimlerinde, pazar ve panayır yerlerinde, yaylada konup göçüşlerde ve her türlü buluşma ve kaynaşma yerlerinde yapılmıştır.

Diğer bir  bakışla güreş, Türkler de siyasi ve askeri, dini, sosyal ve kültürel bir çok fonksiyonların yerine getirilmesinde en önemli aksiyonlardan biri olmuştur. Ayrıca, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapı ve yaşayışında ayrılmaz bir parçası görünümünü almıştır. Dolayısıyla sosyal bütünleşmeye ve sosyalleşme sürecine de büyük katkılar sağlamıştır. Böylece eski medeniyetlerin hemen hepsinde görülen güreş sporu, hiçbir zaman Türklerde ki kadar çok yönlü fonksiyonları icra etmemiştir (Balgambayev,1981). 

         IXX. asrın ortalarından itibaren çağın  değişmesine ve gelişmesine paralel olarak, Türk Güreşi de bünyesinde bulundurduğu bu çok yönlü fonksiyonların bir çoğunu, belki de tamamına yakınını kaybetmiştir.

         Ancak, spora olan ilgi bütün dünyada gün geçtikçe daha da artmıştır. Milli düzeyden milletlerarası düzeye çıkan ve uluslar arası spor halkasına eklenen branş sayısı her gün biraz daha artmıştır. Bunun en bariz örneği; İlk modern olimpiyatta (1886) yapılan spor branşları ile son olimpiyatta (2000) yapılan spor branşları sayılarında ki artışla görülebilmektedir. Olimpiyatlara katılan ulus sayısı da buna paralel olarak artmıştır.

         Fakat, milli düzeyden milletlerarası düzeylere çıkan sporlarda daha ziyade gelişmiş ülkelerin ağırlıkları görülmektedir.  Bu durum sporun milletlerarası kültürel temaslarının yanı sıra, milletlerin birbirlerine siyasi ve kültürel propaganda yaptıklarını da göstermektedir. Milletlerarası spor halkasına yeni bir spor ekleyen uluslardan daha fazla, geçmişte bünyesinde bir çok sporu barındıran Türkler, bırakın bu sporları milletlerarası spor halkasına eklemeyi; milli kültür halkası için de bile yeterince barındıramamışlardır.

         Zamanla  bir takım gelenekler ortadan kalkmış veya orijinalliğini yitirmiştir. Bu durum telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açmıştır. Türk kültür hayatında büyük öneme haiz olan geleneksel güreşlerde, bu durumdan kendisine düşen payı almıştır. Kahramanmaraş yöresinde yakın tarihe kadar çok yaygın olan Şalvar Güreşi vardı ki, bu güreş her bakımdan günümüz minder güreşi ( özellikle serbest güreş) için çok önemli bir altyapı potansiyeliydi. Fakat, senede bir kez çok zorluklar altında ancak yapılabilmektedir.

         Yine Geleneksel Spor Dalları Federasyonu’na (GSDF) bağlı olarak Gaziantep ve Hatay yörelerinde yapılan Aba Güreşleri bulunmaktadır. Günümüzde az da olsa hala yapılmakta olan bu güreşlerden özellikle Hatay yöresinde yapılanı; günümüz Orta ve Kuzey Asya ile Kafkasya da hala çok yaygın olarak yapılan ( Abbotov, 1991; Bektenov ve Musim, 1978) aba güreşleriyle her bakımdan aynilik ve orijinallik taşımaktadır. Bu güreşlerin çok önemli bir yanı da, eski Türk geleneğinde olduğu gibi hala Orta ve özellikle Kuzey Asya Türk halklarının bayanlarının da yapmış olmalarıdır. Hatay usulü aba güreşlerinin diğer bir önemli yanı da, minder güreşiyle teknik ve fizyolojik açıdan benzer oluşudur. Bu bağlamda aba güreşi; hem alt yapı ve potansiyel açıdan hem de Türk bayan güreşini kalkındırmak bakımından önem arz ettiği   görülebilmektedir.

         Güreş Federasyonu (TGF)’na bağlı olarak organize olan Karakucak ve yağlı Güreşlerde bulunmaktadır. Bunlardan karakucak güreşleri eskisi kadar yoğun yapılmamakla birlikte; eskiden beri serbest güreşin bölgesel potansiyelliği ve başarı grafiği ile paralel bir seyir izlediği bilinmektedir. Bu durum, karakucak güreşlerinin nazari-dikkate alınmasını gerektirmektedir.

         Yağlı Güreş

yukarıda adı geçen aba, şalvar ve karakucak güreşleri kadar geleneksel Türk unsurlarını, rituel sujeleri vs. bütün proto özellikleri üzerinde taşımamaktadır. Aynı zamanda minder güreşlerine de bir alt yapı görünümünde değildir. Çünkü yağlı güreş fizyolojik açıdan minder güreşleriyle farklılık göstermektedir. Ancak, yağlı güreşin günümüzde dahi bazı bölgelerde birinci lig futbol derbi maçları kadar bir sektörü bulunmaktadır. Bu açıdan göz ardı edilmemesi kanaati hasıl olmaktadır.

         Minder güreşi (serbest ve Greko-Romen), Türkiye ye ilk geldiği yıllarda klasik (geleneksel) güreşlerin gölgesinde kalsa da, kısa sürede kendisini toparlamıştır. 1970’li yıllara kadar ülkenin en popüler ve sektörel bir sporu olan güreş, ondan sonraki yıllarda bu popülaritesini yavaş-yavaş yitirmiştir. Günümüzde  çok şeyde olduğu gibi sporun popülaritesi de kitle iletişim araçlarına bağlıdır. Medya diye tabir edilen bu araçların Türk güreşine yeterli düzeyde yer vermediği açıktır. Buna sebep olarak Türk güreş camiası veya FILA gösterilebilir.

         Ancak, şöyle bir geriye dönüp bakıldığında; Türkiye’yi yurt dışında en iyi temsil etmiş branşın güreş sporu olduğu açıkça görülecektir. Dünyanın en büyük organizasyonu olan Olimpiyat oyunlarında şimdiye kadar Türkiye’nin aldığı toplam altın madalya sayısı 33’dür. Bunun 27’si güreşten gelmiştir. Dünya ve Avrupa Şampiyonalarında güreşin getirdiği altın madalya sayısı ise, yaklaşık bunun altı katıdır. Güreş camiasının bütün sporlara çok iyi gözle baktığı; güreşçilerin komple sporcu oluşlarıyla da ortadadır. Fakat, uluslararası düzeyde Türkiye ye hiç şampiyonluk yaşatmamış branşları saatlerce, günlerce, aylarca ve hatta yıllarca medyadan seyrederken; bu denli başarı kazandırmış güreşi, hiç denecek kadar az görmek veya hiç görememek; hem Türk güreş severleri üzmekte hem de Türk güreşinin bu ilgisizliği hakketmediği kanaati hasıl olmaktadır.

         Bazı yabancı uzmanların güreşe en yetenekli ve istekli insanların başında Türklerin geldiğini hem teoride (Sımakov,1984) hem de pratikte (Sapunov, 2001) belirtmektedirler. Türkiye de güreş sporunu yapacak çağda insanların çokluğu ve bu spora istekli pilot bölgelerin sıklığı herkes tarafından bilinmektedir. Bura da yetkili ve ilgililere, Türk güreşini dünyada hak ettiği yere getirebilmek için, maddi manevi imkanları en iyi şekilde değerlendirmek kalmaktadır. Elbette ki bu işte kolay değildir.  Güreş alanıyla ilgili akademisyen ya da uzman kişilerin samimi veya özverili olmalarının da  yeterli olmadığı anlaşılmaktadır.

         Part-Time çalışmalarla Türk güreşinin bir yerlere gelemeyeceği özellikle son beş yılda yeterince anlaşılmıştır. Bütün olumsuzlukları olumlu yöne çevirmek; mevcut potansiyelleri en verimli veya başarılı hale getirmek; aynı zamanda profesyonellik gerektirdiği açıktır. Alanında uzmanlaşmış kişi veya akademisyenlerin zamanlarının tamamını veya bir çoğunu Türk güreşine ayırmalarının gerekli olduğu anlaşılmaktadır.

 

Güreş Ve Pehlivan Sözcüğünün Tarihi Tasviri ve Açıklaması

 

Güreş ;

Kaşgarlı XI. Asır DLT’de “Çalış”  ve “Çelme” kelimesinin karşılığı olarak “Güreş” (küreş) diye tanımlanmıştır. Aynı sayfada “çalışçı” kelimesi “Güreşçi” olarak açıklanmıştır (Kaşgarlı, 1985).  Bu büyük yazar eserinin bir başka yerinde “Kız ila küreşme kısrak ile yarışma” (Kaşgarlı, 1985) diye bir deyişle örnekleme yapmaktadır.

Aynı dönemlere (XI. Asır) tekabül eden ve temel eserlerden biri olan KB’de Yusuf Has Hacip; “Güreş” sözcüğünün karşılığı olarak “Küreşmek = Boğuşmak” olarak vurgulamaktadır (Yusuf Has Hacip, 1979).

Bu iki temel eserlerden yarım asır sonra (1127 - 1144) yazılmış olan ME.’de de El-Havarizmi güreşe “küreş” derken bu sporun bu isim altında Oğuz, Kıpçak ve diğer Karahanlı Türk’lerinin severek yaptıklarını vurgulamaktadır (El-Havarizmi, 1993).

Günümüz Orta ve diğer Asya Türk toplumlarından Azeriler “gülaş”, Başkurtlar “köraş”; Kazaklar “küres”; Kırgızlar “küröş”; Özbekler “kuraş”; Tatarlar “köraş /küreş; Türkmenler “göreş”; Uygurlar’ın “küraş/küreş” (KTLS., 1992) dedikleri görülmektedir. Diğer Türk’lerden Gagouzlar “küreş”; Yakutlar, Sakalar, Tuvalar ve Hakaslar ise “küraş” demektedirler (BRSMSTS., 1988)

Yukarıda da görüleceği gibi güreş sözcüğü bütün Türk toplumlarında birbirine benzer ya da aynı şekilde telaffuz ediliyor. Bilindiği gibi Anadolu’da da güreş sözcüğü halk arasında “güleş” ya da “küleş” (Afşin, 1988) diye telaffuz edilmektedir. Görülen o ki, eski ve yeni bütün Türk toplumlarında bu sözcüğün kökeninin “kür” olduğudur.

“Kür sözcüğü eski Türk yazıtlarında (Orhun ve Yenisey) da sık sık geçmektedir ve manası “güçlü”, “sarsılmaz”, “kuvvetli” anlamına gelmektedir (Orhun, 1987). “Eş” ise eski ve yeni Türkçe’de ”arkadaş” anlamına gelmektedir. “Kür-eş-mek” ME:’de kendisine denk başka biriyle aynı mücadeleyi paylaşmak ve yarışmak anlamına gelmektedir (El-Havarizmi, 1993; Kahraman, 1989). Sımakov, bu konuyu daha sade şekilde şöyle yorumlar. “Türkler de 7. ve 8. Asırlarda güçlü kuvvetli kişilerin karşılıklı eşleşerek at üzerinde ve yerde saatlerce kür-eş yaparlardı” (Sımakov, 1984) demektedir.

Her toplumun kültür hayatında farklı boyutlarda görülen güreş sporu, Türk spor geleneğinde çok zengin bir yere sahiptir. Buna rağmen eski Türk toplumları daha ziyade göçebe hayatı yaşadıklarından, konuyla ilgili MÖ. Somut belgelere ulaşmak oldukça zordur. Belli bir coğrafyada değil üç kıtaya yayılmış olan Türkler hakkında tarihi vesikalar daha ziyade yabancı müelliflerden faydalanılarak aydınlatılmaya çalışılmaktadır (Safran, 1993).

Güreş ve türleriyle ilgili ilk vesikalar da, Çin kaynaklarından  tasvir edilebilmektedir. Hanname, Can Çiyan Teskeresi’nde Türkistan’ın güreşini açıklamakta olup, “güreş” kelimesini “jiao Çu” şeklinde iki karakter ile ifade etmektedir. Aynı eser güreşlerin yapıldığı esnada güreşçilerin başlarında ve üzerlerinde giysilerin olduğunu ve halk arasında sevilerek yapıldığını vurgulamaktadır (Almas, 1986).

M.Ö. Türk güreşleriyle ilgili ilk belgeler yeni Çin kaynaklarında ve vesikalarında görülmektedir. 1983 yılında Barçuk (Maralbaşı)’un Cona Tim harabelerinde; Çin Fen Bilimleri Akademisi, Arkeoloji Araştırmaları Bölümü’nün 1955 - 1957 yıllarında Şien (Congen) şehri civarındaki Şonglinten isimli bölgede Han sülalesi dönemine ait 140 numaralı özel bir mezarda bulunan kap ve heykellerde Türk güreşlerinin ilk figürleri tasvir edilmektedir (Şinjan Daşü, 1982; Rahman, 1996).

İlk Türk güreşlerini, ilk Batı medeniyeti güreşlerinden ayıran  birçok özellik bulunmaktadır. Bunlardan birisi Türkler de namahrem yerlerinin her zaman giyimli ve kapalı olmasına rağmen Batılıların çırılçıplak güreştikleri net olarak görülmektedir (Umminger, 1990; Minkowski, 1963 ). Diğer bir ayırıcı  özellik ise geleneksel tarzda yapılan Türk güreşlerinin hepsinde müzik bulunmaktadır. Diğer toplumlarda bu gelenek sadece İranlılarda vardır ki bu da bunlara IX. Asırlarda Türklerden geçmiş olduğu bildirilir (Lvov, 1989).

Ancak şu ana kadar tespit edilen belge ve bulguların hiç birisi, Türk güreş geleneğinin zengin boyutlarını yansıtmamaktadır. Çünkü güreş, atlı (binicilik) sporlarından sonra Türk’lerin sosyal yapı ve yaşayışlarının her safhasında görülebilen diğer bir spordur (Türkmen, 1996; Rahman , 1996; Almas, 1986; BRSMSTS, 1988).

 

Pehlivan;

Bu sözcüğün aslı Farsça olup “Pehlevan”dır. Pehlivan “güreşçi, yiğit ve bahadır” anlamına gelmektedir (Develioğlu, 1993). “Pehlevan - ane” (Pehlivanlıkla = pehlivancasına = yiğitlikle = yiğitçesine) “Pehlivani” (pehlivanlık = güreşme = yiğitlik) ile ifade edilmektedir (Develioğlu, 1993).

XI (11). Asrın sonlarına kadar Türk dilinde olmayan pehlivan sözcüğü, İranlılarla savaş ve barış anındaki münasebetlerle Türklere geçmiştir. Önceleri sadece sıfat olarak kullanılan bu sözcük, sonradan özel isim olarak da kullanıldığı olmuştur (Kahraman, 1989).

Aslında mitolojiden genellikle uzak, sosyal yapı ve yaşayışı yansıtan Türk destanlarındaki “Alp” tipi, İran destanlarında “Pehlevan” olarak geçmektedir. Diğer yabancı destanlarda olduğu gibi İran destanlarının da mitolojik yönü çok ağır basmaktadır. Buna rağmen “Şahname”’de Turanlılardan (Türklerden) Peşeng, Efransiyab ve Ercasb hem hükümdar hem de pehlivan olarak sıkça geçer. Yine Şahname’de adı İranlıların efsane güreşçisi Rüstem’inki kadar çok geçen Turanlı (Türk) güreşçi Efransiyab; güçlü-kuvvetli ve kolay yenilmeyen bir yiğittir. İranlılara göre düşman pehlivanlarının en ünlüsü Efransiyab’tır. Diğer düşman saydıkları Arap, Rum vb... kavimlerin pehlivanları, İranlılara göre çok kolay yenilenleridir ve bunları fazlaca ciddiye almazlar (Demirel, 1995).

Türk destanlarında ve gerçek hayatta eskiden ve günümüz Orta Asya Türk toplumlarında güreşte galip gelene “Baatır” (Bahtiyar - Kahraman)  denir ve o gözle bakılırdı (Savalayev - Bukayev ve Membetkaliyev, 1995). Türk destanlarında pehlivan sözcüğü “alp” sıfatıyla geçmemektedir. Fakat, savaşlarda güreş (küreş) geçmektedir. Örneğin, iki düşman ordusu karşılaştığı zaman çoğunlukla iki tarafın alp’i veya savaşçısı güreşir, kim yenerse zafer o tarafın sayılır. Manas’ta Türk güreşçici Koşay Han’ın Çinli Coloy Han’la  güreşip yenmesi gibi (Demirel, 1995; Saralayev-Bukayev ve Membetkaliyev, 1995).

XII. Asırdan itibaren özellikle Selçuklularda pehlivan hem isim hem de sıfat olarak geçmeye başlar. Bunda önemli sebep de Tuğrul beyin resmi dil olarak Farsça’yı kabullenmesi de gösterilebilir. Selçuklu emiri Şemsettin İldeniz’in oğlunun adı “Nusret üd din Muhammed Pehlivan” idi (Kahraman, 1989). Konya Selçukluları döneminde şimdiki Niğde ilinin adı “Dar ül Pehlivaniye” olarak geçmektedir (Taneri, 1977).

Daha sonraları Şecere-i Terakime/Türk’lerin Soy Kütüğü (Ebülgazi Bahadır Han, 1663/1972) ve diğer eserlerde  pehlivan adı ve sıfatının geçtiği görülebilmektedir (BRSMSTS, 1988; Ciley, 1986; Liu, 1987).

Bilindiği gibi bugün Türkiye’de pehlivan sözcüğü güreşçi manasına gelmektedir. Hatta güreşçiler arasında “sen güreşçi olabilirsin ama pehlivan olamazsın” esprisi yaygındır. Bunu demekle pehlivanlığın çok iyi bir güreşçilik gerektirdiği ya da daha iyi meziyetlere sahip olunduğu vurgulanmaktadır.

Bugün Azeriler’in “pahlavan”, Kazaklar’ın “baluvan” Kırgızlar’ın “balban”, Uygurlar’ın “palvan” (KTLS, 1992) dedikleri ve güreşçiyi, hatta iyi güreşçiyi kastettikleri anlaşılmaktadır. Aynı terimi güreşçi için kullandıkları gibi güreş içinde kullanmaktadırlar (Balgambayev, 1985; Bahtiyavov, 1993; Kılıçov, 1995).

Orta Asya Türk halklarının ata sözleri ve deyimlerinde pehlivan sözcüğü sık sık geçmektedir. Örneğin, Kazaklar “palwağa on tersi birdey” (Pehlivana ters-doğru birdir); “Balwandıgtı al al biledi, mırzalıgtı mal biledi” (Pehlivanlık güçtendir, efendilik maldandır) vb artırılabilir (İsmail ve Gümüş, 1995). Trükmenler de buna benzer sözler sarfederler. “Gaharını yuwdan-, palwan” (Kahrını gizleyen pehlivandır) vb. söylemektedirler (Kürenov ve Gümüş, 1995).*